Bal oğlum, dal oğlum!
Bir zamandır yakın tarihimizden politik yazılarla önümüzdeki karanlık günlere bir küçücük ışık olmaya çabalıyoruz. Çünkü her zaman inanarak söylediğimiz bir şey var: Geçmişini bilmeyen, geleceğini kuramaz. Neyse, fazla uzatmadan bu yazının planından söz edelim. Yazımız, adı geçtiğinde içimizde bahar yelleri estiren Köy Enstitüleri’yle ilgili… Ama öyle ahlayıp vahlayan bir yazı olmayacak. Sadece kanımızı tutuşturan bir mücadele öyküsünü anlatmaya çalışacağım. İnanmak, başarmanın başlangıcıdır görüşünü destekleyen; anlatacağım hikayeyi öğrendiğimden beri, “öğrenmenin yaratılabilir bir şey” olduğunu başıma dank diye vuran bir öykücük… İddiasız, naif… Paylaşarak zenginleşmek için bu yazıyı yazıyorum. Buyurun, 1938 Kastamonu’suna gidiyoruz.
Bilindiği üzere Köy Enstitüleri, 1940 yılının 17 Nisan’ında resmen kurulmazdan önce “eğitmen kursları” adı altında bazı girişimler denenmişti. Bu yeni eğitmen kurslarının bazıları, açılması düşünülen köy öğretmen okullarının temelini de oluşturuyordu. 1938/1939 ders yılı için tasarlanan Kastamonu-Gölköy Köy Öğretmen Okulu’nun kurulması da bu eğitmen kursunun başarılı uygulamalarından biriydi. Bu yazı bir model oluşturması adına daha az bilindiğini sandığım Gölköy Köy Enstitüsü’nün kuruluşunu anlatacak.
1938 yılının mart ayının son günleri. İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç yeni projesi Köy Enstitüleri’ni kurmak ve yaygınlaştırmak için harıl harıl kafa patlatmakta. Bunun Türkiye için ele geçmez bir şans olduğunun da farkında. Bir an önce güvenilir bir kadro kurup işe başlaması gerektiğini çok iyi biliyor. Tonguç, Kastamonu Gölköy’ün merkezi yeteneğini iyi etüt etmiş ve oraya da bir enstitü kurmayı planlamakta. Amaç bütün ülkeyi enstitülerle çepeçevre donatmaktı. Daha önce Mahmudiye Eğitim Kursu’nun yöneticiliğini yapmış, İstanbul İlköğretim Müfettişi (daha sonra Arifiye Köy Enstitüsü müdürü) Süleyman Edip Balkır’ı Ankara’ya çağırır Tonguç. Balkır’a, Gölköy’de kurulması düşünülen kursun yöneticiliğini vereceğini; çalışkanlığını, zekasını ve inatçılığını iyi bildiği Balkır’dan en kısa zamanda Gölköy’de iyi işleyen bir Köy Öğretmen Okulu’nun açılmasını beklediğini bildirir. Balkır deli adam! Gözüne batsın diye budak arayanlardan… Ankara’da Tonguç’un odasına girdikten en fazla iki saat sonra yanlarında Tarım Bakanlığı’ndan Şube Müdürü Raşit Saraçoğlu da olmak üzere Kastamonu’ya doğru yola çıkmışlardır bile. Aynı gece Çankırı’ya varırlar. Tonguç, gezilerinde her zaman yaptığı gibi bir ilkokulda topladığı öğretmenlerle gecenin geç saatlerine kadar konuşur, fikir alır, yönlendirir. Gece dağılırken, (eminim bir çoğunun duymak istemediği) o davudi sesiyle şöyle toplar buluşmayı: “Yarın sabah 04.00’da yola çıkacağız. Hepinize iyi geceler dilerim.” (Not: Tonguç, gece ne kadar uzun sürerse sürsün, saat kaçta uyunursa uyunsun sabahleyin erkenden, tam saptanan saatte “günbaşı” yapardı. Kimbilir, belki de yapacak çok şey olduğunu ve günün sadece yirmi dört saat olduğunu hiç unutmadığındandır.) Sabah yetişemeyenler olursa onları beklemez, basıp yoluna gider, bir de üstüne “desenize bir kişi daha gürledi” diyerek alay ederdi.
Kastamonu’ya varır varmaz, hemen dönemin valisi Avni Doğan’ın yanına gider enstitünün inanmış öğretmenleri. Açılması planlanan Eğitmen Kursu ve Öğretmen Okulu için görüşmeler ve bakanlıklar arası yazışmalar konuşulur. Yazışmaların işaret ettiğine göre okul; Kastamonu’ya birkaç kilometre uzaklıktaki Tarım Bakanlığı’na ait eski, artık kullanılmayan Tarım Okulu ve 700 kişiyi barındıracağı düşünülen Şeyh Ziya Efendi Köşkü’nün elden geçirilerek kullanıma açılmasıyla kurulacaktır. Bu binaların bulunduğu yerin adını sorarlar. “Gölköy” der Vali kısaca. Gelenlerde bir coşku, bir sevinç, görülmeye değer… Sözü edilen Gölköy’e gitmek için hemen yola düşer bizimkiler. Yol yürüyerek gidilebilecek bir uzaklıktadır. Gelen ekip yüzlerindeki anlamsız çocuksu gülüşle konuşmadan İnebolu şosesinde ilerlemeye başlar. Kentten çıktıktan bir iki kilometre sonra sola saparak toprak bir yola girerler. Gidecekleri yere varana kadar yüzlerinde taşıdıkları o çocuksu coşku gülümsemeleri, Gölköy’e vardıklarında yüzlerinde donuverir sanki. Karşılarına çıkan yerde ne kullanılabilecek bir bina vardır ne de bir yaşam belirtisi… Dımdızlak bir ova ve bakımsızlıktan ahıra dönüşmüş bir yıkıntı… Köşk diye kurdukları hayal değil 700 kişiyi, 7 kişiyi bile barındıracak özellik taşımamaktadır. Herkeste derin, parçalanmış bir suskunluk… Sanki oracıkta, o anda, herkesin duyguları yerle bir olmuş; hani biri başlatsa hepsi birden çocuklar gibi hönküre hönküre ağlayacak hale gelmişlerdir. Sanki Ilgaz’ın insanı donduran dağ rüzgarları hepsinin yüzünde esmektedir şimdi… Büyük sessizliği Tonguç bozar: “Yahu Edip Balkır, niye böyle yapıyorsun ya? Niye bu kadar şaşırıp kaldın oğlum? Hem fena mı evladım, bak iyi ki gelip gördük durumu!”… Yok, sessizlik buzdan kılıçlar gibi hepsinin ağzını kesip atmış yüzlerinden. Çıt yok. Tonguç birden konuşmaya başlar: “Biliyor musunuz çocuklar, bizim Saffet, Saffet Arıkan, bana bu duruma benzer bir askerlik anısını anlatmıştı Ankara’da. Arıkan, ilk kurmay subaylığında haritalara güvenerek özenle hazırladığı bir askeri harekat planının haritalara işlenmemiş bir köprü yüzünden nasıl yanlış çıktığını anlatmış ve “bu olay kulağıma küpe oldu. Gözlerimle görüp aklımın yatmadığı şeylere hiç yanaşmam.” demişti. Sonra bana “sen şimdi Tarım Bakanlığı’nın ilgili müdürlerinden biriyle kursun başına getireceğin arkadaşı yanına al, Kastamonu’ya git. Orayı gör, sonra kesin kararını ver.” demişti. Hadi siz görev için buradasınız, ben niye sizinle geldim değil mi ya? Hadi uyanın da ne yapacağımızı konuşalım.
Oh, her şey çözülmüştür. Tonguç’un da keyfi yerine gelmiştir. “Acıktık yahu, gidip bir lokanta bulup karnımızı doyuralım.” Yolda o buzdan küslük, her adımda biraz daha katmerlenerek Kastamonu’da bir lokantaya kadar hepsini birer buz kalıbına dönüştürür. “Bindik bir alamete, gideriz kıyamete.” şeklinde bir ruh haliyle lokantaya gelirler. Tonguç sipariş edilen kuru fasulye ve bulguru sanki bütün işler bitmiş gibi iştahla kaşıklarken, diğerleri hasta tavuklar gibi bulgur pilavını eşelemektedir sadece. “Ne bu hal çocuklar, sevinsenize yahu. Şimdi önümüzde neyi çözmemiz gerektiğini biliyoruz hiç olmazsa.” diye yeniden yüklenir Tonguç. Kamçı yemiş de sırtları yanmış gibi huzursuzlanan diğerlerinin imdadına, yan masadan özürle söze karışan iki kişi yetişir. Bunlar hanidir kırık dökük de olsa akıp gelen konuşmaları duymuşlardır. Kendilerini tanıtırlar kibarca: “Efendim, bendeniz Kastamonu’da yayınlanan Doğru Söz gazetesinin sahibi ve yazarı Hüsnü Açıksöz’üm. Yanımdaki arkadaşımsa eski öğretmen, şimdilerde ticaretle uğraşan ve Kastamonu’da haklı olarak adını herkesin saygıyla andığı tüccar Celal Bayar’dır. (Şu sonradan cumhurbaşkanımız olacak Celal Bayar.) İstemesek de konuştuklarınıza ve yapmak istediklerinize kulakmisafiri olduk. İzin verirseniz size yardım etmek isteriz.”… Tonguç, belki de hayatında ilk kez böylesi olumlu bir şaşkınlık yaşar. Kör istedi bir göz, Allah verdi iki göz… Uzatmayalım muhabbet derinleşir. Yüzler gülmeye başlar yeniden. Celal Bayar, eskiden Kastamonu Öğretmen Okulu’nda öğretmenlik yaptığını söyleyince, Tonguç’un ruhunda birden çiçekler açıverir. Üstüne Hüsnü Açıksöz, gelecek günlerde gazetesinde Gölköy’deki okul kurma girişimlerini haber yaparak kamuoyu oluşturabileceğini söyleyince de masadakiler neredeyse kalkıp göbek atacak hale gelirler. Gece uzar gider.
Sonraki günlerde, bu iki “yabancı”, dediklerini bir bir yerine getirecektir. Doğru Söz gazetesi, Gölköy Eğitmen Kursu’nu birinci gündemi yaparken, Celal Bayar da “esnafı haraca bağlayarak” çok kısa sürede kursa gerekli araç, gereç, eşya, altı tane at, bir araba ve bir faytonun çok uygun koşullarla satın alınmasında önemli işler başarırlar. (Not: Tonguç’un Gölköy’e hep yakın ve sıcak bir ilgi duymasının altında belki de öğrencilik yıllarının kenti olan Kastamonu’ya duyduğu ilgi kadar, bu zor koşulların bir başarı, bir inat, bir inanç hikayesine dönüşmesi de yatıyor olabilir.)