
1938 yılının mart ayının son günleri. İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç yeni projesi Köy Enstitüleri’ni kurmak ve yaygınlaştırmak için harıl harıl kafa patlatmakta. Bunun Türkiye için ele geçmez bir şans olduğunun da farkında. Bir an önce güvenilir bir kadro kurup işe başlaması gerektiğini çok iyi biliyor. Tonguç, Kastamonu Gölköy’ün merkezi yeteneğini iyi etüt etmiş ve oraya da bir enstitü kurmayı planlamakta. Amaç bütün ülkeyi enstitülerle çepeçevre donatmaktı.
Çadırlar getirtiriz Kızılay’dan. Birini mutfak yaparız, birkaçını yatakhane yaparız. Ya da geçici süre yakın yerlerdeki köylerde kalırız. Geçici bir süre değil mi, sıkarız dişimizi. Sonra usta yapı elemanları gönderirim ben size Ankara’dan. Sıtmaya karşı da kinin iğneleri filan. Tamam mı?…Tamam mı?”… Kimse cevap vermez önce.
Tonguç tam bir baba edasıyla tatlı sert tekrarlar söylediğini: “Tamam mı?”. Kırık dökük bir mırıltı: “Tamam, sen yaparız diyorsan…yaparız.”
Oh, her şey çözülmüştür. Tonguç’un da keyfi yerine gelmiştir. “Acıktık yahu, gidip bir lokanta bulup karnımızı doyuralım.” Yolda o buzdan küslük, her adımda biraz daha katmerlenerek Kastamonu’da bir lokantaya kadar hepsini birer buz kalıbına dönüştürür. “Bindik bir alamete, gideriz kıyamete.” şeklinde bir ruh haliyle lokantaya gelirler.
Lokantada 2 bey daha vardır. Kendilerini tanıtırlar kibarca: “Efendim, bendeniz Kastamonu’da yayınlanan Doğru Söz gazetesinin sahibi ve yazarı Hüsnü Açıksöz’üm. Yanımdaki arkadaşımsa eski öğretmen, şimdilerde ticaretle uğraşan ve Kastamonu’da haklı olarak adını herkesin saygıyla andığı tüccar Celal Bayar’dır. (Sonradan Cumhurbaşkanımız olacak Celal Bayar.) İstemesek de konuştuklarınıza ve yapmak istediklerinize kulak misafiri olduk. İzin verirseniz size yardım etmek isteriz.”… Tonguç, belki de hayatında ilk kez böylesi olumlu bir şaşkınlık yaşar. Uzatmayalım muhabbet derinleşir. Yüzler gülmeye başlar yeniden. Celal Bayar, eskiden Kastamonu Öğretmen Okulu’nda öğretmenlik yaptığını söyleyince, Tonguç’un ruhunda birden çiçekler açıverir. Üstüne Hüsnü Açıksöz, gelecek günlerde gazetesinde Gölköy’deki okul kurma girişimlerini haber yaparak kamuoyu oluşturabileceğini söyler.
Çok zor koşullarda da olsa Gölköy’de bir okul kurulması fikri şimdilik kuramsal olsa da bir çözüme kavuşturulmuştur.
Ayrıca Tarım Bakanlığı’na ait (Ziraat Vekilliği) iki bin dekarlık bir fidanlık da Gölköy’e kurulmuştu. Kastamonu, tüm zenginliğinin ötesinde meyvecilik ve fidancılığıyla ülke ekonomisinde söz sahibiydi. Geniş ve sulak arazinin her zaman avantajlı olduğu düşünülürse, buraya bir enstitü okulu kurma fikri hiç de şaşırtıcı değildir.
Ertesi gün Tonguç, erkenden Ankara’ya döner. Döner ya dönmesine, içindeki çocuk sesleri onu heyecanlandırmıştır. Hemen Kızılay’ın ikinci başkanlığı görevini de yürüten Saffet Arıkan’dan Gölköy’e 250 çadır verilmesi emrini çıkartır.
Birkaç gün geçmeden de kursun yarısı yıkık binasının önünde duran çadır yüklü kamyondan neşeli, “tığ gibi bir delikanlı” yere atlar. Çadırları getiren bu oğlan, yapı usta okulu çıkışlı köy öğretmeni Namık’tır. Namık, Gölköy’ü Gölköy yapan enstitü emekçilerindendir.
Çadırlar çarçabuk kuruluverir. Şu şu çadırlar derslik, şu şu çadırlar mutfak, şunlar uyumak üzere, bunlar işlik vs… Gölköy, çadırlarla da olsa ilk öğrencilerini karşılamaya hazırdır artık.
206 aday katılır bu imeceye. Bu “işte buluşma” 6 Nisan’dan 19 Ekim’e kadar yedi ay sürer. İşler akmasına akar da, asıl zorluk merkez bina diye anılacak olan iki katlı büyük okul binasının yapımında yaşanacaktır. Tonguç mektup üstüne mektup yazmaktadır: “Bu okul ne pahasına olursa olsun yapılmalıdır.”
Balkır öğretmen bir yandan kara kara düşünmektedir. Namık yanık yanık türküde… 300.000 tuğla gerekmektedir!
Para? Para yok!
Tuğla? Tuğla yok!
Kastamonu’ya tuğla Ankara’dan gidecek değil ya? Şehirde bir çözüm bulunmalı.
Süleyman Edip Balkır Kastamonu’ya iner. Bütün tuğla ocaklarını tek tek dolaşır. Kastamonu’da hiçbir ocak bu kadar çok tuğlayı istenen sürede verebilecek durumda değildir. Çünkü o ocakların kapasitesi en fazla 10.000 tuğlalıktır ve 300.000 tuğlanın firesiz, kurutulmuş haliyle onlara verilmesi bir buçuk, iki ayı bulacaktır. Ayrıca bu kadar tuğlayı satın alacak parada yoktur.
Balkır Öğretmen ve enstitü kurucuları için tek yol nasıl olur bilmeseler de kendi tuğlalarını kendilerinin yapmasıdır.
İki usta buldular önce. Çevrede uygun tuğla toprağı aradılar. 8 kilometre uzakta bir yerde bulundu tuğla toprağı (namussuz toprak, daha yakında olamaz mıydın sanki. Topraklar kızlı erkekli öğrenciler tarafından imeceyle getirildi kendi yaptıkları ocaklara. Ardından iki usta tuğla kalıplarını yaptılar. Odun kömür toplandı, “hibe ettirildi” ve Gölköy ilk tuğla fırınını ateşlemeye hazır hale getirildi. Ve bu işler sadece 66 günde yapıldı. (06 Nisan 1938 – 18 Haziran 1938)
Gölköy’de ilk tuğla fırını 18 Haziran 1938’de ateşlendi. Yani köy enstitülerinin ateşi ilk kez bu tarihte ısıtmaya başladı ülkedeki yüz yıllardır üşüyen köylünün elini ayağını… İlk kez köylü her şeyi yaptıktan sonra ürettiğinin farkına varıyordu. Okulunu yapmak için çalışan, emeğini esirgemeyen köylü çocuğu, şehirli öğretmeninin de bu bitmez inadına en yakından tanıklık ediyor; fırından görünen ateşin yalazında başarmanın dayanılmaz gururunu birlikte yaşıyordu. Köy enstitülerinin imecesi sadece tuğlayı pişirmiyor, cehaletle soğutulmuş köylünün yüreğini de ısıtıyordu şimdi.
Fırından beklenen ilk amaç 130.000 tuğlaydı. Ateşlenen fırının başından saatlerce ayrılmadılar. Ne öğrencisi, ne ustalar ne de eğitim kadrosu… Sanki kutsal bir doğum gerçekleşiyormuş gibi saatlerce sabırla, sebatla, aşkla fırını seyrettiler. Sonra “tamam” dedi Balkır Öğretmen, “pişmiştir tuğlalar açalım.” Ocağı açtıklarında nar gibi kızarmış tuğlaları görünce müdüründen öğretmenine, kursiyerinden meraklı köylüsüne kadar hepsi çocuklar gibi sevindiler. Belki de tarih içinde hiç kimseler o gece ocağın içindeki kırmızı tuğlaları gördüklerindeki gibi çok sevmemiştir bir tuğla ocağını. Öyle ki, bir insan bir tuğlayı ancak Gölköy’dekiler kadar sevebilir.
Birkaç gün sonra, İlköğretim Müdürü Tonguç’a postacı büyükçe ve epey ağır bir paket getirir.
Paket Kastamonu’dan yollanmıştır.
Tonguç heyecanla paketi açar. İçinden nar gibi kıpkırmızı dört adet tuğla çıkar. Dört adet tuğla… Yazı ya da mektup? Yok. Yalnız tuğlalar! Bir an ne yapacağını bilemez Tonguç.
Balkır başarmıştır. Elinin tersiyle gözlerini silip tuğlaları eline alır. Hepsini tek tek, ayrı ayrı inceler. Bütün tuğlaları masasının üzerine yan yana dizer. Bir süre sadece seyreder tuğlaları, sonra parmağıyla bir fiske vurur tuğlaya. Kristale vurulmuş gibi tok bir ses verir tuğlalar.
Gölköy’de toplam dört kez tuğla fırını yakılmış ve buralarda 279.000 tuğla üretilmiştir. Demek ki her seferinde 130.000 tuğla pişirme amacına ulaşamamış bizimkiler. Toplam dört kez ateşlenen fırından 279.000 tuğla üretildiğine göre her seferinde demek ki 70.000 civarında tuğla elde edilmiş. Piyasada tuğlanın 1000 tanesi 8 ya da 10 liradan satılırken, Balkır’ın fırınından çıkan tuğlaların 1000 tanesinin maliyeti sadece 130 kuruştur.
Ardından 12 Nisan 1938’de çevredeki kırk kadar köyün muhtarları, sonra enstitü olacak kurs meydanına çağırılır. Onlardan imece yoluyla yardım istenir. Taşı ve kumu köylüler sağlayacak; kereste, çimento, kireç ve demir içinse vali yardımcı olacaktır. Olurlar da…
Tuğlaların pişirilmesinin ve ahalinin yardımlarından sonra hızla inşaatlara girişilir.
İki hafta içinde okul binası, işlikler, yerden pırtlayan mantarlar gibi yükselmeye başladılar. Hemen dört öğretmenin aileleriyle kalabilecekleri iki bina, 120 kişilik bir yatakhane, dört derslik ve iki yönetici odası bitirildi bile. Yıkılmakta olan köşkün duvarları ve çatısı onarılarak kullanılır hale getirildi.
Gölköy’ü kuranlar bu tuğla işini öyle güzel yapmışlardır ki; daha sonra kurulacak birçok köy enstitüsünün ihtiyacı olan tuğlaları Gölköy yapacaktır.